Akıl Kalp Tefekkür
Akıl Kalp Tefekkür
Tefekkür melekesini bireysel akılcılığa indirgeyen modern düşüncenin tersine, akıl ile kalp arasında sıkı bir bütünlük ilişkisi vardır. Bu ilişki, insanın sadece aklî değil aynı zamanda ahlâkî bir varlık oluşunu mümkün kılan unsurların başında gelir.
Aklî düşünme süreci ile kalbin tefekkür boyutu arasındaki ilişki, İslâm düşüncesinin önemli tezlerinden birini oluşturur.
Tefekkür melekesini bireysel akılcılığa indirgeyen modern düşüncenin tersine, akıl ile kalp arasında sıkı bir bütünlük ilişkisi vardır. Bu ilişki, insanın sadece aklî değil aynı zamanda ahlâkî bir varlık oluşunu mümkün kılan unsurların başında gelir. Bunun yanı sıra, kalbin bilgi edinme sürecindeki merkezi yeri yani bilişsel değeri, vahiy ve gayb alemi gibi akıl üstü hakikatlerin idrak edilmesinde önemli bir rol oynar. Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayette ve çeşitli şekillerde atıfta bulunduğu kalp, insanın bilme ve inanma kabiliyetinin en temel unsurlarından biridir.
Kur’an-ı Kerim, kalp kelimesini birbiriyle irtibatlı birkaç manada kullanır. Sağduyu ve vicdan manasında kalp, ahlâkî-insanî değerlerin toplamına atıfta bulunur (örneğin Kâf/33 ve Enfal/70). Kalp, aynı zamanda insanın bütün benliğini ve kişiliğini ifade eder. Dikkat çeken bir ayet-i kerimede Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “…bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal/24). Bir diğer ayette ise, Cahiliye Arapları’nın batıl bir inancına atfen, kişinin iki kalbe sahip olamayacağı ifade edilir: “Allah bir kimsenin (göğüs) boşluğunda iki kalp yaratmadı.” (Ahzab/4). Bu ayeti, insanın iki kişiliği ve kimliği olamayacağı şeklinde de anlayabiliriz. Bu ve diğer ayetlerden anlaşıldığı üzere, kalp insanın benliği ve kişiliğini ifade edecek mahiyette geniş bir anlam alanına sahip.
Kalp kelimesinin Kur’an’daki en ilginç manalarından birisi, bilme ve iman etme melekesiyle ilgilidir. Kalp, modern rasyonalizmin iddia ettiğinin tersine sadece duyguların bir mekânı değildir. Bilâkis, kalp bir bilgi aracıdır. Kalp yoluyla elde edilen bilgi, rasyonel ve mantıkî bilginin ötesinde varoluşsal bir ‘yakîn’ olma değerine sahiptir. Kalbî itminan ile aklî ve tecrübî yollardan elde edilen bilginin uyumu, gerçek bilginin de doğru tanımıdır. Zira varoluş biçimimiz üzerinde dönüştürücü etkiye sahip olmayan bilgi, bilgi değil, ancak malumat yığını olabilir. Bir başka ifadeyle bizi secdeye götürmeyen bilgi, hakiki bilgi vasfına sahip değildir. Oysa kalbin mutmain olduğu bilgi formu, her tür şek ve şüphenin ötesindedir. Dahası böyle bir bilgi, hikmet ve ahlâk ile örülmüş olduğundan, sadece kendi bireysel felâhımız için değil, bütün toplum ve insanlık için hayatî bir öneme sahiptir.
Bir Bilgi Kaynağı Olarak Kalp
Kalp kelimesinin bilme, düşünme, tefekkür, yakîn ve nihayetinde iman ile olan irtibatı Kur’an’daki pek çok ayette açıkça dile getirilmiştir. Kalbin, aklî düşünme sürecinin önemli unsurlarından birini göstermesi açısından şu ayete bakalım: “Andolsun ki cehennem için de pek çok cin ve insan yarattık ki, onların kalpleri vardır fakat onlarla tefakkuh etmezler (yani düşünmezler ve anlamazlar)…” (Araf /179). Bir başka ayette de şöyle buyruluyor: “Hiç yeryüzünde gezmediler mi (ki kendilerinden önce helâk olanların hallerini görsünler de) akledecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun! Zira gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac/46). Yine aynı gerçek bir başka ayette şöyle ifade ediliyor: “Kur’an üzerinde düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed/24).
Bu ayetlerin kalp kelimesine yüklediği anlamlar, kalbin doğrudan bilme, tefekkür ve hakikati teslim etme ile bağlantılı olduğunu gösteriyor. Kalbin, yakinî bilginin elde edilmesinde oynadığı rol, ışığın görme duyumuzla olan ilişkisi gibidir. Biz her ne kadar görme duyusuna potansiyel olarak sahipsek de, ışık olmadan hiç bir şeyi göremeyiz. Gözlerimiz, ancak ışıkla buluştuğu zaman işlevsel hale gelir ve bize dış dünya hakkında doğru bilgi verir. Kalp, akıl yürütme yoluyla elde ettiğimiz bilginin yakînî bilgiye dönüşmesinde benzer bir rol oynar. Kalbî tefekkür ile buluşmayan akıl yürütmeler, kuru ve etkisiz kalmaya mahkûmdur. Üstelik tek başına akıl yürütme, mantık kuralları içinde doğru bile olsa, yeterli değildir. Zira Kur’an’ın tabiriyle, kalbinde hastalık olanların sorunu yanlış mantıksal çıkarımlarda bulunmaları değil, kalp gözlerini kapalı tutmalarıdır.
Kalbin ve imanın nurundan bağımsız akıl yürütme tek başına yeterli olsaydı, mantık kuralları içerisinde düşünen her insanın dinin emir ve yasaklarını kabul etmesi gerekirdi. Oysa hakikatte durumun böyle olmadığını biliyoruz. Kur’an’ı okuduğu halde hidayete gelmeyen pek çok okumuş, bilgili ve zeki insanın, salt akıl yürütme ve mantıksal çıkarım açısından hatalı olduklarını söylemek yanlış olur. Nihai hakikatin kabul edilmesi ve yaşanması, bireysel ve sıradan akıl seviyesinin üzerinde bir melekenin harekete geçirilmesine bağlıdır. Kur’an’ın biteviye atıfta bulunduğu ve hep tefekkür, tedebbür, taakkul kavramlarıyla beraber zikrettiği kalbin önemli işlevlerinden biri burada devreye girer.
Aklın, kalbî boyut devreye girmeden imanın lezzetine varması mümkün değildir. Zira akıl, tanımı gereği mantıksal çıkarımlarda bulunur, soyutlamalar yapar ve belli öncüllerden belli sonuçlara ulaşır. Kuru ve yalın akıl yürütmeye varoluşsal ve manevi/tecrübî boyut kazandıran şey, kalp yoluyla elde edilen yakîndir. Bu yüzden hidayet, kaynağı itibariyle vehbî, yani Allah vergisi iken, işlevi itibariyle kalbî, yani kalbe inen ve kalpte kök salan bir nimettir.
0Kalbi Akıl: Doğru ile İyi’nin Özdeşliği
Bu noktada kalplerin yumuşaması, gerçek bilgiye ulaşmada önemli bir adımdır. Aklî çıkarım yoluyla ulaştığımız genel ve soyut bilgiyi, ancak kalplerimiz itminan bulduğu zaman eyleme dönüştürürüz. Bunu sadece imanî konularda değil, gündelik hayatımızda da tecrübe edebiliriz. Örneğin bir konuda haksız olduğumuzu aklen bilmemiz, çoğu zaman doğru adım atmamız için yeterli değildir. Zira insan iradesi, akla muhalif hareket edebilir. Yaptığımız hataya karşılık ödememiz gereken bedeli aklen idrak etsek bile, bunu fiiliyata geçirmemiz ancak o konuda gerçek bir yakîne sahip olduğumuz zaman mümkün olur. Kainatin Efendisi Hz. Muhammed A.S.’ı bizzat gördüğü halde imana gelmeyen Mekke müşrikleri, bu noktada verilebilecek bir başka örnektir. O insanlar Efendimiz A.S.’ın, Allah’ın rasulü olduğunu aklen hiç şüphesiz biliyorlardı. Fakat kalplerindeki hastalık, onların hakikati idrak etmelerine engel oldu. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim, müşriklere ve münafıklara atıfta bulunurken, Allah’ın onların kalplerindeki hastalığı arttırdığını söyler.
Kalplerin yumuşaması, bilme sürecimize varoluşsal, tecrübî ve ahlâkî/manevi bir boyut katar. Bu, rasyonalistlerin temelsiz iddialarının tersine, aklın faaliyet alanının sınırlandırılması yahut aklın atıl hale gelmesi değildir. Bilâkis kalbî akıl yoluyla tefekkür eden insan, aklın sınırlı, bireysel ve indirgemeci eğilimlerine karşı çıkar ve akılda bilkuvve halde bulunan melekeleri bilfiil hale getirir. Bir başka ifadeyle, kalbin yumuşaması, aklın atıl hale gelmesi değil, bilâkis bilkuvve halindeki tefekkür melekesinin harekete geçirilmesidir. İdrak edemediği hakikatlerin var olduğunu itiraf eden akıl, akıl ve mantık dışı bir eylemde bulunuyor değildir. Tam tersine, kendi sınırlı ve görece tabiatını itiraf eden akıl, akıl-ötesi yahut akıl-üstü bir varlık alanının gerçekliğini teyid eder ve bu itiraf hiç bir zaman akıl ve mantık dışı bir tavır değildir. Hz. Ebu Bekir R.A.’ın “aczin idraki de idraktir.” sözü, bu noktayı özetleyen en veciz ifadelerden biridir. Aklın, ulaşamadığı her şeyi yok sayan bir bilgi hegemonyasından kurtulabilmesi için, kalp melekesine ihtiyacı vardır.
Bu iki melekeyi birleştirdiğimiz takdirde, rasyonel eylemlerimiz ile ahlâkî değerlerimiz arasında bir denge ilişkisi kurabiliriz. Bireysel akıl yürütme yoluyla ulaştığımız doğruları, ahlâkî değerlerle karşılaştırmadığımız, yani kalbî bir muhasebeden geçirmediğimiz zaman, aklımızın her tür egoizmi, çıkarcılığı, zulmü ve haksızlığı, meşru ve rasyonel bir hüküm haline getirmesi zor değildir. Aydınlanma süreciyle beraber dinî hurafelerin ve ‘çağdışı’ inançların esaretinden kurtulduğu ileri sürülen modern Batı toplumlarının, yaşadıkları son derece karmaşık ve uzun aklîleşme (rasyonalizasyon) sürecine rağmen, her gün daha da akıl dışı bir ahlâksızlık ve gayri insanîlik yolunda ilerliyor olması son derece manidardır. Bu demektir ki bireysel akıl yoluyla varılan her mantıksal netice, otomatik olarak bizi doğruya ve iyiye götürmeyebilir.
Bu noktada İslâm düşünürlerinin üzerinde ısrarla durduğu, doğru ile iyinin zatî özdeşliği konusu, ayrı bir önem kazanır. Bu bakış açısına göre mantıksal çıkarım kurallarının hakim olduğu rasyonel düzen ile, ilâhi otoritenin bize verdiği ahlâkî değerler düzeni arasında bir uyum ilişkisi vardır. Bunun manası kısaca şudur: Rasyonel olan her düşünme ve davranış şeklinin ahlâkî bir karşılığının bulunması gerekir. Aklen doğru ve meşru kabul edilen bir şey, ahlâken yanlış ve kötü ise, onun doğruluğunda ciddi şüpheler vardır. Bu ilişkinin zedelendiği yerde, akıl egoistik akılcılığa indirgenmiş demektir. Böyle bir aklın ise kendini ilâhi olandan kopartarak ilâhlığını ilan etmesi, tıpkı modern seküler Batı medeniyetinde gördüğümüz gibi, kuvvetle muhtemeldir.
Buna mukabil, kalbî tefekkür yolunun idrakinde olan insan, kalp ile akıl, doğru ile iyi, yahut aklî düşünce ile manevi tecrübe arasında bir çatışma görmez. Akl-ı kalbî melekesini canlı tutabilen insanlar, hem rasyonel düşüncenin hem de hikmet ve manevi tecrübeye dayalı yakînî bilginin hakkını verebilirler. Ancak aklımızı ve kalbimizi Rabbimiz’e açtığımız zaman Kur’an bizim için bir rahmet ve hidayet kaynağı haline gelir. Kalbin tefekkür ve iman sürecinde oynadığı rolü kavradığımız zaman, hem aklî hem de kalbî itminana ulaşabiliriz. Kur’an-ı Kerim’in buyurduğu gibi: “Onlar inanmışlardır ve kalbleri Allah’ı anmakla yatışır. Muhakkak ki kalbler ancak Allah’ın zikriyle itminan bulur.” (Rad/28)
Kalp Ayetleri